Aydınlık – Başlangıçtan bugüne 28 Şubat davası

28 Şubat soruşturması ve davası; Ergenekon, Balyoz, Amirallere Suikast, Askeri Casusluk vb. bir dizi davanın son halkasıdır

Davanın adı 28 Şubat 1997 tarihli Milli Güvenlik Kurulu’nda (MGK) alınan bir dizi tedbire dayandırılarak “28 Şubat Davası” olarak konmuştur.(1) Cumhuriyet tarihimiz açısından oldukça önem taşıyan bu dava her ne kadar bir “darbe davası” olarak adlandırılmaktaysa da, soruşturma, iddianame ve dava sürecine bakıldığında aslında bu davanın cumhuriyetin temel değerlerini ve bilhassa lâiklik ilkesini taviz vermeden savunan – TSK dahil – bütün kişi, kurum ve kuruluşlara bir “gözdağı verme” ve bir “intikam alma” davası olduğu açıkça anlaşılmaktadır.

28 Şubat döneminin Başbakanı Necmettin ERBAKAN’ın 2011’de vefatını müteakip temelleri atılan ve günümüzde kadar süren soruşturma ve dava sürecine baktığımızda, bu süreci şu başlıklar altında incelemek uygun olacaktır:

a. Soruşturmanın Başlaması ve Tutuklamalar Süreci

b. Tutukluluk ve Cezaevi Süreci

c. Mahkeme Süreci

d. Duruşmalar Sırasında Ortaya Çıkan Tarihsel Gerçekler

Şimdi bu alt başlıklar altında konuyu kısa kısa inceleyelim.

A. SORUŞTURMANIN BAŞLAMASI VE TUTUKLAMALAR SÜRECİ

* Yukarıda belirtildiği gibi, soruşturma, 28 Şubat döneminin Başbakanı Necmettin ERBAKAN’ın 27 Şubat 2011’deki vefatından sonra Ankara Cumhuriyet Başsavcılığınca başlatılmıştır. Hiç kuşkusuz bu davayı açabilmek ve o dönemde iktidarda olan 54’üncü Cumhuriyet Hükûmetinin (kısaca REFAHYOL Hükûmeti) 18 Haziran 1997 tarihinde istifa etmesini bir darbe ile ilişkilendirebilmek için dönemin Başbakanı Erbakan’ın ölmesi beklenmiştir. Erbakan’ın sağlığında böyle bir soruşturma ve dava açmaya kimse kalkışmamıştır, kalkışamazdı da; çünkü buna itiraz edecek ilk kişi Erbakan’ın kendisi olurdu. Zira merhum Erbakan, yaşadığı müddetçe, başında bulunduğu 54’üncü Hükûmet’in istifa gerekçesini hiçbir şekilde ve hiçbir yerde askeri darbeye bağlamamış, askeri darbe ile düşürüldüğünü söylememiş, bir askerî darbeden şikâyetçi olmamıştır.

* Başlatılan soruşturma – ne tesadüftür ki tıpkı diğer kumpas davalarda olduğu gibi – bir şahsa (ki bu şahıs 1997 yılında TSK’nden atılan Tamer TATAR adlı bir Tabip Binbaşı’dır)(2)

gönderilen bir klasör belge ile bir DVD ve bir CD’nin(3) 22 Aralık 2011’de Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na ulaştırılmasıyla derinleştirilmiştir.

* Davanın savcıları Mustafa BİLGİLİ ve Kemal ÇETİN’dir. Mustafa BİLGİLİ aynı zamanda “Kozmik Oda” soruşturmasını da yürüten savcıdır (ki o soruşturmadaki hukuksuz ve yanlı tutumu nedeniyle hakkında bilahare tahkikat açılmış, Şubat 2016’da HSYK tarafından görevden uzaklaştırılmış, nihayet 15 Temmuz “ihanet kalkışması” sonucu FETÖ üyeliği gerekçesiyle hem savcılıktan ihraç edilmiş hem de hakkında yakalama kararı çıkarılmış, yaklaşık 4 aylık bir firar döneminden sonra 09 Kasım 2016’da sahte bir kimlikle Ankara’da yakalanmıştır. Yardımcısı Kemal ÇETİN de davanın ilerleyen aşamalarında önce başka bir göreve atanmış, 15 Temmuz kalkışmasından sonra o da meslekten ihraç edilmiştir.)

* Savcılık – yine tıpkı diğer davalarda olduğu gibi – kendisine gönderilen belgelerin doğruluğunu araştırmaya bile gerek görmeden “darbeci askerlere ‘ağır darbeler'” indirmek üzere işe koyulmuş, FETÖ’cü Binbaşı Tamer TATAR’ın gönderdiği CD ve belgelerden 4 ay sonra gözaltı ve tutuklamalar için düğmeye basmıştır. Böylece dönemin Genelkurmay 2’nci Başkanı Org. Çevik BİR’in de aralarında bulunduğu 31 askerin 12 Nisan 2012’de gözaltına alınması ve 18’inin çıkarıldıkları mahkemece tutuklanması ile ilk tutuklamalar başlamıştır.

* İlk gözaltı ve tutuklamaları dalgalar halinde gelen diğer tutuklamalar izlemiştir. 12 Nisan 2012 – 06 Mart 2013 tarihleri arasında irili ufaklı 12 dalga halinde yürütülen gözaltı ve tutuklamalar sonunda 103 kişi sanık sandalyesine oturtulmuş, bunların 76’sı tutuklanmış, aralarında dönemin Genelkurmay Başkanı Org. İsmail Hakkı KARADAYI’nın da bulunduğu 23 asker tutuksuz yargılanmak üzere adli kontrol tedbirleri ile serbest bırakılmış, haklarında tutuklama kararı çıkarılan 4 kişi teslim olmamış, ancak tutuklama kararı kaldırılınca – biri hariç diğerleri – duruşmalar sırasında mahkemeye gelip ifade vermişlerdir.(4)

* Yine tıpkı diğer kumpas davalarda olduğu gibi – sanıkların önemli bir bölümü arandıklarını televizyonlardan öğrenince kendi ayaklarıyla savcılığa müracaat edip ifade vermeye gelmişlerdir.

* Tutuklananlardan sadece biri – dönemin YÖK Başkanı Prof.Dr. Kemal GÜRÜZ – sivil olup diğerlerinin tamamı asker kişilerdir.

* Sanıkların büyük çoğunluğuna isnat edilen suç Batı Çalışma Grubu (BÇG) üyeliğidir. Savcılık, 28 Şubat MGK kararlarından sonra bölücü terör örgütü PKK ile beraber bir diğer “iç tehdit” olarak tanımlanan ve aralarında FETÖ’nün de bulunduğu irticai yapılanmaları – devletin diğer resmi kurumlarıyla birlikte – takip etmek amacıyla Genelkurmay bünyesinde kurulan BÇG’yi “hükümeti yıkmak üzere oluşturulmuş yasadışı bir cunta yapılanması” olarak değerlendirmiştir. (Oysa Genelkurmay Başkanlığının emirleri ile 10 Nisan 1997 tarihinde kurulan BÇG hakkında daha o tarihlerde bazı milletvekilleri konuyu hem Meclis’e hem de mahkemeye taşımış, mahkeme BÇG’yi “TSK’nin yasal görevleri çerçevesinde ve emir komuta zinciri içinde kurulmuş bir birim olduğunu” onaylayarak takipsizlik kararı vermiştir.)

* Aralarında Kuvvet Komutanlığı yapmış ve yaşı 80’i geçmiş orgenerallerin de bulunduğu toplam 102 asker sanığın son rütbelerine göre dağılımı şöyledir: 14 Org./ Ora., 17 Korg./ Kora., 15 Tümg. / Tüma., 15 Tuğg. / Tuğa., 37 Alb., 1 Bnb., 3 Astsb.

* Sanıklardan 5’i (Org.Çetin DOĞAN, Org. Şükrü SARIIŞIK, Korg.Engin ALAN, Korg.Metin Yavuz YALÇIN ve Korg. Doğan TEMEL) aynı zamanda Balyoz Davasından da yargılanıp hüküm giymişlerdi.

B. TUTUKLULUK VE CEZAEVİ SÜRECİ

* Ankara Emniyeti Terörle Mücadele Şubesinde süren 3 günlük gözaltı süresinin sonunda mahkemeye çıkarılan ilk grup 14 – 15 Nisan 2012 tarihinde tutuklanarak cezaevlerine konmuştur.

* Dava kapsamında tutuklanan 76 sanıktan 65’i Sincan 1 No’lu F Tipi Yüksek Güvenlikli Cezaevinde, muvazzaf olan 11’i Mamak Askeri Cezaevinde kalmıştır.

* İlk grubun cezaevine girmesinin hemen ertesinde (17 Nisan 2012) dönemin Başbakanı R.Tayyip ERDOĞAN Meclis’te AKP Grup Toplantısında yaptığı konuşmada 28 Şubat tutuklamalarına değinmiş ve “Bugün sabrın selamete erdiği, mazlumun âhının aheste aheste çıktığı gündür. Bugün adaletin tecelli ettiği, bağımsız yargının hiçbir baskı olmadan vazifesini yerine getirdiği gündür” şeklinde söz etmiştir.

Hiç kuşkusuz bu sözler yargılamayı etkileyecek, yargı üzerinde baskı oluşturabilecek talihsiz sözlerdi. (Hatırlanacağı gibi dönemin Başbakanı Erdoğan, Ergenekon soruşturmaları için de “davanın savcısıyım” demişti.)

* Soruşturmanın 3’üncü dalgasında (26 Nisan 2012) tutuklanarak Mamak Askeri Cezaevine konan Topçu Alb. Mehmet HAŞİMOĞLU yaklaşık 2 ay sonra rahatsızlanarak hastaneye kaldırılmıştır. Hastanede iki ayrı ameliyat geçiren Alb. HAŞİMOĞLU hakkında tahliye kararı vermemekte direnen mahkeme, artık hasta ölüm döşeğinde iken tahliye kararı çıkarmış; ancak bu karardan iki gün sonra Alb.HAŞİMOĞLU – 13 Ağustos’ta – hastanede vefat etmiştir. Böylece 28 Şubat Davasında da ilk can kaybı yaşanmıştır.

* Sanıklar cezaevinde iken TBMM’nde de “Darbeleri ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu” adı altında bir komisyon kurulmuştur. Söz konusu komisyon diğer darbelerle birlikte 28 Şubat sürecine ilişkin de uzun uzun inceleme yapmış, bu kapsamda dönemin önde gelen siyasetçi ve devlet adamları, iş çevreleri, basın mensupları, sanatçılar vb. 113 kişinin bilgisine başvurmuştur. Aslında tamamen yasadışı olan (çünkü 28 Şubat konusunda mahkemelerce hukukî bir süreç başlatılmışken bir başka oluşum tarafından konunun araştırılması yasalara aykırıdır) bu uygulamanın amacı hiç kuşkusuz savcılara Meclis eliyle de suç kanıtları sağlayabilmektir. Ancak Komisyonca hazırlanan raporda en kapsamlı bölüm 28 Şubat dönemi olmasına rağmen, 28 Şubat için bir askerî darbe olduğu açıkça söylenememiştir. İşin en ilginç yanı, ilgili ilgisiz o kadar kişiyi dinleyip görüşlerine başvuran Meclis Darbeleri Araştırma Komisyonu, 28 Şubat’ın en çok konuşulan ve sembol isimleri olan Aczmendiler grubunun lideri Müslüm GÜNDÜZ, Fadime ŞAHİN ve yine bunlarla bağlantılı sözde tarikat şeyhi Ali KALKANCI gibi isimleri çağırmamış ve dinlememiş, hatta açıkçası dinlemekten kaçmıştır. (Hal böyleyken, çağrılmayan, dinlenmeyen bu kişiler hakkında raporda “provokasyon amaçlı kullanılmış oldukları yapılan tetkiklerde görülmüştür” diye yazmaktan kaçınılmamıştır.)

* Sanıkların cezaevi süreçleri devam ederken, ilk tutuklamaların ardından yaklaşık 9 ay geçtikten sonra, yani sanıkların neredeyse hepsi cezaevinde iken savcılıkça hâlâ dönemin Gnkur.Bşk. Org.İ.Hakkı KARADAYI’nın bilgisine başvurulmaması ve başvurulmayacağının da anlaşılması üzerine Çevik Paşa bu konuda bir dilekçe vermiş, söz konusu dilekçe üzerine davanın 1 Numaralı sanığı olan Karadayı Paşa 03 Ocak 2013’te savcılıkça adliyeye çağrılarak ifadesine başvurulmuştur. Ama ne gariptir ki bütün tutuklu askerlerin amiri konumunda olan Karadayı Paşa karargâhtaki erlerin bile bildiği Batı Çalışma Grubu hakkında savcılığa verdiği ifadede “Batı Çalışma Grubundan haberdar olmadığını” söylemiş, sorgusu sonunda mahkemece adli kontrol tedbirleri ile serbest bırakılmıştır. Başka bir deyişle bütün sanıkların komutanı konumundaki kişi adli kontrol tedbirleri ile serbest bırakılırken, maiyeti (emri altındakiler) “kaçma şüphesi” ile aylarca tutuklu kalmıştır.

* Sanıklar cezaevinde yatarken hükümetçe hazırlanan iki yargı paketi (3 ve 4’üncü Yargı Paketleri) Meclis’te yasalaşmıştır. Ancak bu paketlerin yasalaşmasıyla birlikte aralarında PKK’lılar ve Hizbullahçıların da bulunduğu ağır cinayet hükümlüsü pek çok mahkûm salıverilirken, ne 28 Şubat tutuklularının ne de diğer kumpas davalardaki asker tutukluların yararına olabilecek hiçbir somut adım atılmamıştır. Özellikle 4’üncü Yargı Paketinden sonra 28 Şubat Davasına bakmakla görevlendirilen Halil İbrahim KÜTÜK, Nihal USLU ve Abdullah BAHÇECİ adlı hâkimler, yurtdışından bile kendi ayaklarıyla savcılığa gelenler hakkında dahi “kaçma şüphesi” gerekçe göstererek “tutukluluğun devamı” kararı vermekten çekinmemişlerdir.(5)

* FETÖ üyesi olduğu anlaşılan savcı ve hâkimlerin hukuk dışı, keyfi yaklaşımları cezaevi sürecinde başka hukuk rezaletlerinin de yaşanmasında rol oynamıştır. Örneğin yine sanıklar hakkında – kaçma şüphesinin yanı sıra – “delilleri karartma olasılığı” gerekçe gösterilerek tutukluluğun devamına hükmedilmiştir. Yani düşünün, neredeyse tamamı emekli olmuş bu kişilerin serbest bırakılırlarsa Genelkurmay karargâhına girip, 15-16 yıl önceki suç evraklarını (!) bulup yok edecekleri farz ve kabul edilmiştir. Çocukların bile güleceği bu gerekçeler ne yazık ki karar metinlerine yazılmıştır. Öte yandan soruşturmanın gizliliği öne sürülerek suçlama kapsamında sanıklara veya avukatlarına hiçbir bilgi ve belge gösterilmemiş, suçlamaya konu olan 5 No’lu CD ve DVD’nin imajı verilmemiş, dahası, sanıkların görev yaptığı kurumlardan kendilerini aklamaya dönük bilgi ve belge temini dahi savcılık kanalıyla engellenmiştir. (Bu kapsamda duruşmalar sürerken Savcı Bilgili’nin hukuk dışı ve keyfî yaklaşımlarına destek mahiyetinde tutumlar sergileyen Genelkurmay Adli Müşaviri Hâkim Albay Muharrem KÖSE hakkında da sanıklarca suç duyurusunda bulunulmuştur. Kaderin bir cilvesi, uzun süre hakkında hiçbir işlem yapılmayan Albay Muharrem KÖSE’nin 15 Temmuz 2016 ihanet şebekesinin elebaşılardan biri olduğu anlaşılmış, o FETÖ’cü kalkışmanın ertesi günü tutuklanarak TSK’dan ihraç edilmiştir.)

* Davanın iddianamesi ilk tutuklamalardan yaklaşık 13,5 ay sonra (Mayıs 2013 sonunda) çıkmıştır. Ankara Cumhuriyet Savcısı Mustafa BİLGİLİ imzasıyla yayınlanan ve “BÇG – 28 ŞUBAT” adını taşıyan iddianame 1309 sayfa ve 355 Ek Klasörden oluşmaktadır.

* İddianamenin yayınlanmasıyla ilginç bir durum daha ortaya çıkmıştır: Yukarıda, TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu Raporu’nda bile 28 Şubat’ın bir “askerî darbe” olarak tanımlanamadığını belirtmiştik; aynı durum İddianame için de geçerlidir. İddianamenin hiçbir yerinde 28 Şubat’tan bir “askerî darbe” olarak bahsedilmemekte, hep “süreç” nitelemesinde bulunulmaktadır. Hatta İddianamenin sonundaki SONUÇ ve DEĞERLENDİRME bölümünde, “Askerî Müdahale Kavramı” başlığı altında “1960 Askerî Darbesi”, “12 Mart 1971 Muhtırası”, “12 Eylül 1980 Askerî Darbesi” ismen tek tek sayılıp anlatıldıktan sonra sıra 28 Şubat’a gelindiğinde sadece “Batı Çalışma Grubu” diye bir başlık atılmış, 28 Şubat’ın adı bile yazıl(a)mamıştır.

* İddianameye göre suç tarihinde rütbesi henüz astsubay kıdemli çavuş olan tutuklu astsubay Adem DEMİR ile Gnkur.Bşk. Org. İ.H.KARADAYI dahil tüm sanıklar aynı suçla – “T.C. Hükümetini cebren devirmek, hükümetin görevlerini kısmen veya tamamen engellemek, engellemeye teşebbüs etmek, darbeye teşebbüs etmek” suçuyla itham edilmişlerdir. Tabii bu durumda tüm sanıklar için istenen ceza da ortaktır: Müebbet!

* İddianamede – aralarında Tansu ÇİLLER, Meral AKŞENER, Şevket KAZAN, Hasan EKİNCİ, Merve KAVAKÇI, Şeref MALKOÇ gibi dönemin önemli siyasi aktörlerinin de bulunduğu – 481 kişilik bir “müşteki” grubuna yer verilmiştir.

* Hâkim Tayyar KÖKSAL başkanlığında, Hâkim Süleyman KÖKSALDI ve Hâkim Hakan ORUÇ’tan oluşan 13’ncü Ağır Ceza Mahkemesi iddianamenin yayımlanmasını müteakip 14 Haziran 2013 tarihinde (yani ilk gözaltı ve tutuklama dalgasından 14 ay sonra) sanıkların gıyabında verdikleri ilk kararda 37 sanığın tutuksuz yargılanmak üzere tahliyesine karar vermiştir.

C. MAHKEME SÜRECİ

Duruşmalar 02 Eylül 2013 tarihinde Ankara Adliyesi – 13. Ağır Ceza Mahkemesinde başlamıştır.

02 – 20 Eylül 2013 tarihleri arasındaki ilk 15 celse iddianamenin okunmasıyla geçmiştir. Ergenekon davasında olduğu gibi bu iş için de TRT’den spiker getirilmiştir.

Mahkemenin başlamasıyla birlikte mevcut müşteki grubuna yenileri eklenmiştir; neredeyse birbirinin aynı olan dilekçelerle belli merkezlerden yönlendirildikleri çok bariz olan “yeni” müştekiler davaya müdahillik için başvurmuş, böylece sayı binlere ulaşmıştır. Aralarında Cumhurbaşkanı R.Tayyip ERDOĞAN’ın kızının da bulunduğu bir kısım müştekinin başvurusu mahkemece kabul edilirken bir kısmınınki reddedilmiştir. Mahkeme daha sonra müştekilik konusuna bir sınırlama getirmiş, atılı suçla ilgisi olmadığına kanaat getirilen müştekilikler iptal edilmiş, sonuçta sayı yaklaşık 350 civarında sabitlenmiştir. (İşin garibi 1980’li yıllarda ya da 2004-2005’lerde yaşanan mağduriyetlerin bile iddianameye yansıtıldığı görülmüştür.)

Duruşmaların daha ilk gününde sanık avukatlarınca iddianamenin başta usûl kuralları olmak üzere bazı yönlerden sakat olduğu vurgulanmış, ancak özellikle şu iki husus ısrarla dile getirilmiştir:

(1) Sanıklar arasında Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları vardır ve mahkeme bu kişileri yargılamaya yetkili değildir; bu kişiler yasalara göre ancak Yüce Divan’da yargılanabilirler.(6)

(2) İddianamede suç tarihi tam olarak belli değildir; her ne kadar 54’üncü Hükûmetin istifası 18 Haziran 1997 ise de, bu tarihten yaklaşık 10 yıl önceki ve 10 yıl sonraki olaylar bile suç kapsamına dâhil edilmiştir. Dolayısıyla mahkeme öncelikle suç tarihini belirlemelidir.

Avukatların bu iki konudaki ısrarlı taleplerine ne yazık ki mahkeme de aynı ısrarla karşı çıkmış, Genelkurmay Başkanlığı ve Kuvvet Komutanlığı yapmış kişileri yargılamaya devam etmiştir. Suç tarihi konusunda ise çok uzun bir zaman geçtikten sonra – mahkeme heyeti değişince – karar verilmiştir.

* Duruşmaların başlamasının ikinci günü (03 Eylül 2013’te), 5’inci dalgada gözaltına alınarak tutuklanan dönemin Jandarma Genel Komutanı Teoman KOMAN Paşa tam 15 aylık tutukluluğun ardından sağlık durumu gözetilerek tahliye edilmiştir. Koman Paşa duruşmalar başladıktan sonra tahliye edilen ilk tutukludur. Cezaevine girdiğinde de Parkinson hastası olan ve yürüme problemi nedeniyle kaldığı hücrede ayrı bir yatma tedbiri alınan Koman Paşa öyle rahatsızdı ki, mahkemeye çıktığında oturduğu sanık sandalyesinde bile yere düşme tehlikesi geçirmişti. Buna rağmen bazı müştekiler ve müşteki avukatlarınca “numara yaptığı” ifade edilmiş, tahliyesi Savcı Kemal ÇETİN tarafından da engellenmeye çalışılmıştır. Tahliye edilir edilmez hastaneye kaldırılan Koman Paşa bir daha çıkamamış, tam 3 ay sonra, 14 Aralık 2013’te vefat etmiştir.

* Mahkeme sürecinde sanıklardan ikisi daha yaşamını kaybetmiştir; bunlardan biri – hakkındaki tutuklama kararına uymayıp duruşmalara hiç gelmeyen tek sanık olan (E) Dz.Alb. Eser ŞAHAN, diğeri ilk dalga tutuklularından (E) J.Alb. Salih ERYİĞİT’tir. Romanya’da yaşayan Eser Albay 13 Şubat 2015’te, Salih Albay ise 05 Nisan 2016 tarihinde davanın sonucunu göremeden vefat etmişlerdir. Böylece 28 Şubat davası başladığından beri davanın sonucunu göremeden yaşamını yitiren sanık sayısı 4’e çıkmıştır.

* Koman Paşa’nın tahliyesinden sonra Eylül, Ekim, Kasım ve Aralık 2013 aylarındaki duruşmalarda verilen tahliye kararları ile tüm sanıklar peyderpey tahliye olmuştur. (Aslında diğer kumpas davalara bakıldığında herkes için çok şaşırtıcı olan bu durum Mahkeme Başkanı Hâkim Tayyar KÖKSAL’ın diğer davalardaki hâkimlere göre nispeten daha insancıl yaklaşımından kaynaklanmıştır diyebiliriz. Buna mukabil duruşma savcısı Kemal ÇETİN – Koman Paşa’nınki de dâhil – tüm tahliye taleplerine hep itiraz etmiştir.) Böylece 28 Şubat soruşturması kapsamında ilk dalgada gözaltına alınan ve en son tahliye edilen Çevik BİR ve İdris KORALP Paşalar yaklaşık 21 aylık tutukluluk süresi ile en uzun süre tutukluklu kalan kişiler olmuşlardır.

* Tahliyelerden sonraki duruşmalar önemli bir gerçeğin daha kanıtlanmasına vesile olmuştur. Şöyle ki, ilk gözaltılardan itibaren “kaçma” şüphesiyle tutuklanan ve bu gerekçeyle haklarında tutukluluğun devamına karar verilen sanıkların hiçbiri tahliye edildikten sonra kaçmamış, aksine duruşmalardan vareste tutulmalarına rağmen neredeyse hepsi tam kadro duruşmalara gelip katılmışlardır. Böylece savcılığın sanıklar aleyhinde nasıl bir önyargı ve yanılgı içinde olduğu da tescillenmiştir.

* İddianame açıklandıktan sonra en dikkat çekici hususlardan biri de, davaya esas belgeler arasında ıslak imzalı hiçbir belgenin olmaması, hepsi ya fotokopi ya da dijital belgelerden çıkan imzasız yazılarla iddianamenin hazırlanmış olmasıdır. Normal koşullarda hukukî delil olarak kabul edilmesi mümkün olmayan yazılarla birçok insan aylarca, hatta bazısı 2 yıla yakın bir süre tutuklu kalmıştır.

* Duruşmaların ilk 65 celsesine Hâkim Tayyar KÖKSAL’ın başkanlığındaki 13’üncü Ağır Ceza Mahkemesi bakmıştır (ki diğer üyeler yukarıda belirtildiği gibi Hâkim Süleyman KÖKSALDI ve Üye Hâkim Hakan ORUÇ, savcı ise Kemal ÇETİN’dir)(7). En son 04 Şubat 2014 tarihindeki 65’inci celseye başkanlık eden Hâkim KÖKSAL ve mahkeme heyeti bu celseden sonra başka bir göreve atanmış, Mart 2014 ayında dava Hâkim Fevzi ŞINGAR’ın başkanlığındaki 5’inci Ağır Ceza Mahkemesi’ne devredilmiştir. (Diğer üyeler: Hâkim Hasan ÇAVAÇ, Hâkim Turhan KÖK, Savcı Levent SAVAŞ.) Yeni heyet 27 Haziran 2014 tarihindeki 66’ncı celse ile birlikte göreve başlamıştır.

* Balyoz Davasının 5 No’lu Harddisk’i gibi bu davanın da 5 No’lu CD’si bulunmaktadır. Davanın iddianamesini hazırlayan Savcı Mustafa BİLGİLİ tarafından HASH değeri tespit edilmeden ve içerisindeki tüm dijital belgeler doğru kabul edilerek tutuklamalarda kullanılan bu CD hakkında savunma tarafı ısrarla imaj kopyası istemesine rağmen yaklaşık 3 yıl boyunca CD’nin imajı verilmemiştir. Nihayet 08 Ocak 2015’te temin edilen CD imajı Türkiye’nin sayılı adli bilişim uzmanlarından birine (Tuncay BEŞİKÇİ) inceletilmiş, adı geçen uzmanın 2,5 ay sonra hazırladığı raporda söz konusu CD’nin delil olarak kullanılamayacağı, üzerinde tahrifat bulunduğu açıklanmıştır. Bunun üzerine savunma tarafı raporu mahkeme heyetine sunarak yeniden bilirkişi incelemesi talebinde bulunmuş, mahkeme bu talebi uygun görerek 07 Eylül 2015 tarihinde inceleme işini ODTÜ üyelerinden oluşan bir heyete vermiştir. ODTÜ Bilgisayar Bölümü’nden Prof.Dr. Ahmet COŞAR başkanlığındaki bilirkişi heyetinin yaklaşık 7 ay sonra (01 Nisan 2016 tarihinde) mahkemeye gönderdiği inceleme raporunun sonucu aynen şöyledir:

“Sonuç olarak; CD5’in adli bilişim tekniği açısından CMK134’e uygun olarak elde edilmemiş olduğu; genel bütünlüğünün şüpheli, içindeki iki dokümanın bütünlüklerinin bozulmuş olduğunun ise sabit olduğu; bu nedenlerle de, adli bilişim açısından güvenilir olmadığından delil niteliğinin bulunmadığı değerlendirilmektedir.”

* Duruşmalar sırasında 28 Şubat sürecinde başbakanlık, bakanlık ya da üst düzey bürokratlık görevi yapan birçok şahsiyet dinlenmiştir. Bunlar arasında REFAHYOL Hükûmetinden sonra kurulan ANASOL-D Hükûmetinin (55’inci Hükûmet) Başbakanı Mesut YILMAZ, REFAHYOL Hükûmetinin İçişleri Bakanı Meral AKŞENER, Adalet Bakanı Şevket KAZAN, Milli Savunma Bakanı Turhan TAYAN, eski Orman Bakanı ve DYP Gn.Bşk.Yrd. Hasan EKİNCİ, eski Milli Eğitim Bakanı Köksal TOPTAN, eski Devlet Bakanlarından Hasan Celal GÜZEL, İlhan AKÜZÜM, Edip Safter GAYDALI, dönemin Anayasa Mahkemesi Başkanı Yekta Güngör ÖZDEN, dönemin Başbakanlık Basın Başdanışmanı Mehmet BİCAN, Emniyet İstihbarat Daire Başkan Yardımcısı Bülent ORAKOĞLU, T.Çiller’in danışmanlarından ve halen AKP İzmir Milletvekili Hüseyin KOCABIYIK gibi isimler de bulunmaktadır.

Her biri uzun saatler boyunca mahkeme huzurunda söz alan bu şahıslardan H.Celal GÜZEL, B.ORAKOĞLU ve H.KOCABIYIK haricindekilerin hiçbiri 28 Şubat’ı bir darbe olarak tanımlamamış, askerden şikâyetçi olduklarına ilişkin tek bir ifadede dahi bulunmamıştır. Adı geçen tanıklar arasında en sert olması beklenen RP’li Adalet Bakanı Şevket KAZAN bile “ben vicdan sahibiyim, şikâyetçi değilim” diye konuşmuştur. (H.C.GÜZEL’in normalde 28 Şubat döneminde ne RP ile ne DYP ile ne de REFAHYOL Hükûmeti ile hiçbir bağı yoktur. 28 Şubat’ı darbe olarak tanımlayan bu üç kişinin verdiği ifadelerin tamamı da kişisel yorumların ötesine gitmemiştir.)

* Buna mukabil REFAHYOL Hükûmeti döneminde partilerinden istifa eden ve aralarında Cavit ÇAĞLAR, Emre GÖNENSAY gibi eski bakanlar ile Gencay GÜRÜN, Erkan KEMALOĞLU, Nuri YABUZ, Mehmet KORKMAZ gibi milletvekillerinin bulunduğu gruba “istifalarında kendilerine askerlerden ya da herhangi başka bir kişi ya da gruptan baskı, tehdit olup olmadığı” sorulmuş, ancak adı geçen şahısların tamamı en küçük bir baskı ya da tehdit almadıklarını mahkemede çok açık ve net biçimde ifade etmiştir.

* Öte yandan iddianamede “mağdur ve müşteki” sıfatı ile yer alan Tansu ÇİLLER mahkemenin tüm çağrılarına rağmen her seferinde rapor alıp mahkemeye gelmemiş, ifade vermekten ısrarla kaçınmıştır.

* Siyasilerin dışında 28 Şubat döneminden sonra Genelkurmay Başkanı olan (E) Org. Hüseyin KIVRIKOĞLU ile Jandarma Genel Komutanı (E) Org. Fikret Özden BOZTEPE ve Deniz Kuvvetleri Komutanı (E) Ora. Salim DERVİŞOĞLU da tanık olarak dinlenmiştir. Her üç komutanımız da BÇG’nin Silahlı Kuvvetler Karargâh Hizmetleri Yönergesi’ne göre yasal olarak komutanlık emriyle kurulmuş çalışma grubu olduğunun altını çizmişlerdir.

* 02 Eylül 2013 tarihinden 18 Temmuz 2016’daki son celseye kadar 85 celse yapılmıştır; duruşma 86’ncı celse ile 30 Kasım 2016’da tekrar başlayacaktır.

D. DURUŞMALAR SIRASINDA ORTAYA ÇIKAN TARİHSEL GERÇEKLER

Mahkeme sürecinde – tam da beklendiği gibi – tarihe not düşülen yeni bilgiler de ortaya çıkmıştır / çıkmaktadır. Bunları aşağıdaki gibi sıralayabiliriz:

1. İki cilt halinde ve toplam 1309 sayfa tutan savcılık iddianamesinin hukuk adına tam bir rezalet, tam bir kepazelik olduğu görülmüştür. Şöyle ki;

(a) Normalde icabında sanıklar lehine olabilecek bilgi ve belgeleri de toplaması gereken savcılık, aksine, sanıkların lehine olabilecek tek bir bilgi ya da belgeyi bile iddianameye almamıştır.

(b) Adı “28 Şubat Davası” olan bir iddianamede, 28 Şubat 1997 tarihinde MGK’da alınan “406 sayılı MGK Kararları”na ve o kararların “Rejim Aleyhtarı İrticai Faaliyetlere Karşı Alınması Gereken Tedbirler” başlıklı 18 maddelik ekine ilişkin tek bir cümle dahi edilmemiştir.

(c) MGK kararlarının görüşüldüğü ve tereddütsüz kabul edildiği 13 Mart 1997’deki Bakanlar Kurulu Toplantısı ile o toplantı sonucuna göre ertesi gün (14 Mart) Başbakan Erbakan’ın imzasıyla yayınlanan BAŞBAKANLIK DİREKTİFİ tamamen görmezden gelinmiştir. (Oysa sözde savcı geçinen zatlar sadece 13 Mart tarihli Bakanlar Kurulu Tutanağına baksaydı orada merhum

Erbakan’ın 28 Şubat MGK Kararları hakkında ne tür sözler ettiğini görebilir, dava açmaya utanırlardı.)

(ç) Söz konusu Başbakanlık Direktifi’ni müteakip irtica ile mücadele esaslarını içeren ve dönemin İçişleri Bakanı Meral AKŞENER tarafından imzalanarak bütün il valilikleri ve emniyet teşkilatına gönderilen 28 Mart 1997 tarihli “Anayasa ve Yasaların Uygulanmasında Uyulacak Usul ve Esaslar” başlıklı genelge yine yok sayılmıştır.

(d) Aynı şekilde, Adalet Bakanı Şevket KAZAN tarafından imzalanarak Cumhuriyet ve DGM Başsavcılıklarına gönderilen 11 Nisan 1997 tarihli “Kanunların Titizlikle Uygulanması Hakkında” konulu genelge sanki hiç yazılmamıştır.

(e) O dönemde MİT ve Emniyet Genel Müdürlüğü’nce Cumhurbaşkanı’na ve Hükûmete verilen ve irticai tehdidini açıkça ortaya koyan brifinglerden, raporlardan eser yoktur. Yani bu ülkede sanki – örneğin – “Kahrolsun lâik diktatörlük!”, “Lâik devlet yıkılacak elbet”, “Yaşasın Hizbullah, Yaşasın Şeriat!, “İslâmî Hareket engellenemez” vb. sloganlarla demokratik lâik düzene kastedilmemiş, bu sloganlarla Türkiye’nin aydın insanları öldürülmemiş, onlarca insan ağır işkencelerden sonra domuz bağı ile bağlanıp “mezar ev” diye anılan evlerin bodrumlarına canlı canlı gömülmemiş; sanki “çatlasanız da patlasanız da ben Hizbullah’ım”, “kan dökülecek fıstık gibi olacak”, “bu düzen değişecek, ama bakalım geçiş dönemi tatlı mı olacak kanlı mı olacak” sözünü eden, “RP cihad ordusudur, RP’ne oy vermezsen patates dinindensin” fetvası veren, İslâm dünyasının en kutsal mekânı Kâbe’yi bile miting alanına çeviren siyasiler bu ülkede hiç yaşamamıştır… Evet, 1309 sayfalık iddianamede bunlardan bir tek kelime ile bile söz edilmemiştir.

(f) Başbakan Erbakan’ın 18 Haziran 1997 tarihinde Cumhurbaşkanı Demirel’e verdiği ve “Refah Partisi ve Doğru Yol Partisi arasındaki Koalisyon Protokolü’ne uygun olarak, bu bir yıllık süreden sonra başbakanlığın Doğru Yol Partisi’ne geçebilmesi için, yapmış olduğumuz taahhüde ve iki parti arasındaki mutabakata uymak üzere başbakanlık görevinden istifa ediyorum.” şeklindeki istifa dilekçesine tek kelime ile değinilmemiştir,

(g) Cumhurbaşkanı Demirel’in Meclis Darbeleri Araştırma Komisyonu’nda söylediği ve o dönemde tüm sorumluluğun kendisine ait olduğuna ve tüm faaliyetlerin anayasa ve yasalar çerçevesinde yürütüldüğüne ilişkin hiçbir beyanı iddianameye alınmamıştır,

(ğ) Dönemin Adalet Bakanı Şevket KAZAN’ın bizzat kendi yazdığı “Öncesi ve Sonrası ile 28 Şubat” ve “Refah Gerçeği” adlı kitaplarda hükümetin istifasının tamamen iki parti arasındaki protokole dayalı bir ahde vefa ilişkisi olduğuna ilişkin açıklamalarının hepsi es geçilmiştir, vs..

(h) Bütün bu gayrı hukukî tutum yetmezmiş gibi, iddianameyi hazırlayan savcıların sırf sanıkları suçlu göstermek için ahlâksızca bir yaklaşımla resmî belgelerdeki cümleleri / ifadeleri bile işine geldiği gibi tahrif etmekten kaçınmadıkları; dahası, 19 Şubat 2015 tarihli celsede de anlaşıldığı üzere, sorguya çağırdığı bazı sivil memurları sanıklar aleyhinde ifade vermeleri için korkuttuğu ve psikolojik baskı kurduğu ortaya çıkmıştır.

Nitekim duruşmalar sürecinde bu durumlar anlaşılınca bir kısım sanıklarca davanın savcıları Mustafa BİLGİLİ ve Kemal ÇETİN hakkında mahkemeye suç duyurusunda bulunulmuştur.

Kısacası, bu davanın – başta FETÖ olmak üzere siyasal İslâm’ı savunan köktendinci tarikat ve cemaatlerle neden mücadele ettiniz?” davası olduğu ve TSK’ya karşı ideolojik intikam güdüsü ile açıldığı tüm çıplaklığıyla açığa çıkmıştır.

2. “Askerlerin Başbakan Erbakan’a 28 Şubat kararlarını baskı ile imzalattığı” şeklindeki bilgilerin tamamen yalan olduğu, MGK’daki toplantıda asla nezaketsiz bir durumun yaşanmadığı bizzat MGK toplantısına katılan Meral AKŞENER ve Turhan TAYAN gibi tanıkların ifadelerinden anlaşılmıştır. Ayrıca MGK kararlarını görüşmek üzere 13 Mart 1997 tarihinde

toplanan Bakanlar Kurulu Toplantısı’na ilişkin tutanak da mahkeme tarafından Başbakanlık’tan istenmiştir. Görevlendirilen naip hâkimler tarafından incelenen ve mahkemede açıklanan tutanakta 406 Sayılı MGK kararlarının uygulanması konusunda hükûmet üzerinde hiçbir baskı olmadığı, Başbakan Erbakan’ın bu kararları tamamen benimseyerek “GEREĞİ” için bakan(lık)lara direktif verdiği çok açık biçimde anlaşılmıştır.

Kaldı ki, asıl önemlisi, söz konusu 406 Sayılı MGK Kararlarını imzalatmak için Erbakan’a götürenin de askerler değil, Başbakan Yardımcısı Çiller olduğu ortaya çıkmıştır.

3. Darbenin sembol eylemi olarak gösterilen “Sincan’da tankların yürümesi” olayı dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı (E) Org. Hikmet KÖKSAL’ın birinci ağızdan anlatımlarıyla netleşmiştir. Köksal Paşa, Sincan Belediyesi’nin 31 Ocak 1997 tarihinde düzenlediği tartışmalı Kudüs Gecesiyle 04 Şubat’ta tankların Sincan’dan geçmesinin bir ilgisinin olmadığını, normalde 07 Şubat tarihinde Akıncı üs bölgesinde plânlanmış bir özel görev tatbikatı olduğunu, kendisinin de bu tatbikatı izlemek istediğini, ancak aynı tarihte katarakt ameliyatı için kendisine gün verildiğini, bu nedenle tatbikatı izleyebilmek amacıyla kendi emriyle 3 gün erkene aldırdığını; tatbikatın intikal güzergâhı üzerinde bulunan bir menfezin yıkılmış olması nedeniyle tankların Sincan içinden geçmek durumunda kaldığını, olayın bundan ibaret olduğunu, Kudüs Gecesi olayı ile tanklar arasındaki ilgiyi medyanın kurduğunu ve sansasyonel haber olarak yaydığını belirtmiştir.

4. Dönemin sembol ifadesi olarak Gnkur. 2’nci Bşk. Org. Çevik Bir Paşa’ya atfedilen “Demokrasiye balans ayarı yaptık” sözüne de yine bizzat Çevik Paşa açıklık getirmiştir. Bu sözü kendisinin hiçbir zaman kullanmadığını belirten Çevik Paşa, Türk – Amerikan İş Konseyi’nin davetlisi olarak ABD’ye gittiğinde Somali Harekâtı sırasında tanıştığı ve harekâtın sorumlusu olan BM Genel Sekreteri Kofi Annan’a da bir nezaket ziyareti düzenlediğini, ziyaret çıkışında gazetecilerin “Annan’la ne konuştunuz?” diye sormaları üzerine “Sayın Annan TSK’yı övgü ile anmış ve TSK’nın Türkiye’de demokrasi için bir balans olduğunu söylemiştir” şeklinde bir yanıt verdiğini, bu açıklamadan sonra “Annan’ın ‘denge unsuru’ anlamında söylediği ‘balans’ kavramı medyada sanki ben söylemişim gibi bana atfedilmiştir” diye vurgulamıştır.

5. Bir diğer sembol ifade olarak kayıtlara geçen “postmodern darbe” sözü ise dönemin Genelkurmay Genel Sekreteri olan (E) Tümg. Erol ÖZKASNAK tarafından açıklanmıştır. Bu kavramın kendisine ait olmadığını, gazeteci Turan ALKAN ve Cengiz ÇANDAR tarafından kullanıldığını vurgulayan Özkasnak Paşa, telefonla katıldığı bir televizyon programında “birileri buna ‘postmodern darbe’ lafını yakıştırmış” diye belirtmesine rağmen ısrarla bu sözün kendisine mal edildiğini, 28 Şubat’ın asla bir darbe olmadığını her yerde ve her fırsatta dile getirdiğini, nitekim daha 28 Şubat’ın hemen ertesinde – 01 Mart 1997 tarihinde – kendisini arayıp MGK kararlarının bir darbe olarak yorumlanıp yorumlanamayacağını soran gazeteci İsmet BERKAN’ı da “21. yüzyılda Türk Ordusunun darbelerle işi olmaz, darbeler geride kaldı” diye yanıtladığını ifade etmiştir.

6. Gerek kılık kıyafetleri ve gerekse ilişkileri ile 28 Şubat döneminin sembol isimleri olan Müslüm GÜNDÜZ, Fadime ŞAHİN, Ali KALKANCI gibi şahısların “irtica tehdidi algısı yaratmak amacıyla askerlerce kullandığı” iddialarının da tamamen uydurma olduğu, ne TSK’nın bu şahıslarla ne de bu şahısların TSK ile hiçbir bağlantılarının olmadığı – dönemin İçişleri Bakanı Meral AKŞENER ve Adalet Bakanı Şevket KAZAN’ın da mahkemedeki kabulleriyle – çok net biçimde açığa çıkmıştır. Buna mukabil bu şahısların TSK ile değil, o dönemde iktidara yakın kimselerle bağlantıları olduğu ve bunun araştırılması gerektiği dile getirilmiştir.

7. 28 Şubat’ta irticanın da bir tehdit olarak tanımlanmasını müteakip bütün diğer kamu kurum ve kuruluşlarında da bu kapsamda tedbirler alındığı ve BÇG benzeri birimler oluşturulduğu anlaşılmıştır. Dahası, irtica ile mücadele kapsamında alınan bütün tedbirler ve verilen direktiflerin 14 Aralık 2010 tarihli Başbakanlık genelgesine kadar yürürlükte kaldığı tespit edilmiştir. (Söz konusu genelgeyle irtica bir tehdit olmaktan çıkarılmıştır.) Başka bir deyişle, 1997 ve sonrasında irtica ile mücadele kapsamında alınan kararlar, tedbirler, verilen emirler R.Tayyip ERDOĞAN’ın başbakanlığı döneminde de – Aralık 2010’a kadar – geçerliliğini sürdürmüştür.

8. Toplam 7-8 kişiden oluşan ve Genelkurmay Harekât Başkanlığı bünyesinde kurulan BÇG’nin ayrı bir istihbarat ve icraat merkezi değil, kendisine çeşitli kanallardan ulaşan bilgileri bir rapor haline getirip Komuta Katına arz eden ve yine komutanlık emirleri çerçevesinde bu bilgileri başta MGK Genel Sekreterliğine ve ilgili bakanlıklara gönderen birim olduğu; BÇG’ye ulaş(tırıl)an söz konusu bilgilerin ezici bir çoğunluğunun ise MİT ve Emniyet Genel Müdürlüğü’nden geldiği, TSK’nın da öncelikle MİT’in analizlerinden yararlandığı öğrenilmiştir. Başka bir deyişle, BÇG’nin kimseyi “fişlemediği”, böyle bir işlem de yapmadığı, irticai faaliyetlerle ilgili olduğu öne sürülen kişi ve kuruluşlara ilişkin bilgilerin çok büyük bölümünün söz konusu kurumlardan geldiği açığa çıkmıştır.

9. YÖK tarafından master – doktora vb. eğitim amacıyla yurt dışına gönderilenlerin bir kısmının yurda geri çağrılmasının 28 Şubat dönemiyle hiç ilgisinin olmadığı; bunların 1996 yılında dönemin MEB.lığı, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği ve Başbakanlık Güvenlik İşleri Başkanlığı’nın kararları / yazıları dahilinde “usulsüz gönderildikleri” gerekçesiyle geri çağrıldıkları açığa çıkmıştır.

10. Soruşturmanın başından beri sözde “darbenin sivil ayağı” denen medya, iş çevreleri ve bazı sivil toplum kuruluşları için ayrı bir soruşturmaya gidileceği söylenmesine rağmen bu konuda tek bir adım atıl(a)mamıştır. Böylece bu tür ifadelerin kamuoyuna yönelik bir göz boyama, aldatma, sahte kahramanlık gösterisi olduğu, ayrıca medya üzerinde de bir baskı, tehdit ve şantaj aracı olarak kullanıldığı anlaşılmıştır.

ÖZET VE SONUÇ:

Bütün yukarıda sayılanları özetleyecek olursak; 28 Şubat davası da – askerlere yönelik bütün diğer davalar gibi – siyaset ve yargı kurumlarının el ele vererek askerler üzerinde itibarsızlaştırma, saygınlığına gölge düşürme, susturma amaçlı kumpas davalarından biridir. Tam bir FETÖ operasyonudur. Nitekim bu davada da süreç – tıpkı öbür davalarda olduğu gibi – sözde kimliği meçhul kişilerin savcılığa bilgi ve belge ulaştırmalarıyla başlamış, ıslak imzalı tek bir doküman bile olmadan ve üzerinde tahrifat yapılan düzmece CD ve belgelerle pek çok asker gözaltına alınıp tutuklanmış, kendi ayaklarıyla ifade vermeye gelen kişiler bile kaçma şüphesi ile tutuklanarak bir kısmı 2 yıla yaklaşan sürelerde cezaevlerinde kalmışlardır. Ayrıca yine terfi etmesine kesin gözüyle bakılan pek çok başarılı albay ya da general bu dava ile emekliye sevk edilmiş ve üniformayı çıkarmak durumunda kalmışlardır.(8)

Bugüne kadarki duruşmalarda kuşku götürmez bir gerçek olarak anlaşılmıştır ki, bir “askerî darbe” olduğu propagandası yapılan 28 Şubat kesinlikle bir darbe değildir. Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman DEMİREL bunu açıkça dile getirmiş ve o dönemde bütün sorumluluğun kendisinde olduğunu çok net biçimde ifade etmiştir. Ancak başta AKP Hükümetleri olmak üzere bazı çevreler uydurdukları ve ısrarla tekrar ettikleri darbe yalanlarıyla toplumda bir tedirginlik yaratıp bundan siyasi rant elde etmeye çalışmışlar, ne yazık ki başarılı da olmuşlardır.

Ama artık yeter!.. Artık kimsenin bu “darbe tuzağı”na düşmemesi, “darbe yalanları”na kanmaması gerekir.

Kaldı ki 28 Şubat döneminde, yani bundan yaklaşık 20 yıl önce askerlerin irtica konusunda kaygı duymakta ne kadar haklı olduğu bugün apaçık ortaya çıkmıştır. Anayasamızın “DİN VE VİCDAN HÜRRİYETİ”nin düzenlendiği 24’ncü maddesinde “Kimse, devletin sosyal, ekonomik, siyasî veya hukukî temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasî veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz.” diye vurgulansa da, ne yazık ki bugün başta Kur’an olmak üzere İslâm’ın bütün kutsal değerleri siyasetin ve siyasetçilerin elinde oyuncak ve istismar aracı olmuştur.

Yüce dinimizin bu kadar ayaklar altına alınması, sömürülmesi, siyasete alet edilmesi ancak lanetle anılabilecek bir olaydır. Ayrıca bir barış dini olan İslâm’ın yanlış ellerde nasıl bir tehlike haline geldiğini çok yakınımıza kadar giren FETÖ ve IŞİD terörü ile de görüyoruz.

Sonuç olarak, diyebiliriz ki;

BU DAVA; BUGÜN YAŞANAN ATATÜRK VE CUMHURİYET DÜŞMANLIĞININ, GERİCİLİĞİN, DİNÎ CEHALETİN, DİN İSTİSMARCILIĞI YAPARAK ÖRGÜTLENMENİN, YÜCE DİNİMİZİ SİYASETE ALET ETMENİN TÜRKİYE’Yİ NERELERE SÜRÜKLEYECEĞİNİN YAKLAŞIK 20 YIL ÖNCE TSK (ve devletin diğer ilgili kurumları) TARAFINDAN TESPİT EDİLDİĞİNİN KANITIDIR.

BU DAVA, BAŞTA FETÖ OLMAK ÜZERE BUGÜNKÜ IŞİD VE BENZERİ KÖKTENDİNCİ TERÖR TEHLİKESİNE YAKLAŞIK 20 YIL ÖNCE DİKKAT ÇEKİLDİĞİNİN RESMİDİR.

28 Şubat “sanıkları” olarak biz askerler bu davanın sonuna kadar üzerine gidilmesini, hiçbir şeyin üstünün örtülmemesini, her şeyin bütün çıplaklığıyla ortaya çıkmasını istiyoruz. Çünkü çok iyi biliyoruz ki ASIL SUÇLULAR 28 Şubat’ı bir darbe gibi gösterenler ve bu manipülasyondan nemalananlardır.

Nitekim ta ilk günden beri ısrarla vurguladığımız ASIL KAÇANLAR BU DAVAYI AÇANLAR OLACAKTIR sözünün ne kadar isabetli olduğunu yaşananlar göstermiştir.